Yılların Acısını Söküp Atardık. Yanında Ben Olsaydım. Kafesinin Kapısını Kırıp Girerdim. Kavuştum Aşkıma Diye Diye. Yılların Acısını Söküp Atardık. Yanında Ben Olsaydım. Ben Olsaydım, Ben Olsaydım. güneşin kızları 11.bölümde çalan şarkı, mustafa sandal ben olsaydım dinle youtube, mustafa sandal yeni Benyazdım kadere hüznü perişanı Sonu gelmez yine de bitemez ümitler Ama yoksa bahçemin eski şanı Sebebi koparılan çiçekler İyi ki varsın İyi ki sevmişim seni Hem aldın, hem çaldın Helal, halal sana Yok istemem diyen gönlüm Çöle bile razı şimdi Yanlış yola giden bendim Lütfen dön gel Ben yazdım kadere hüznü Turkishpop music had its humble beginnings in the late 1950s with Turkish cover versions of a wide range of imported popular styles, including rock and roll, tango, and jazz. This wide collection of songs were labelled as "Hafif-bat " (light western) music and included a wide range of artists, such as Frank Sinatra to Doris Day, Nat King Cole SertabErener Koparılan Çiçekler Şarkı Sözleri. iyi ki varsın . iyi ki sevmişim seni . hem aldığın hem çaldığın . helal helal sana . yok istemem diyen gönlüm . çöle bile razı şimdi . yanlış yola giden bendim . lütfen dön gel . ben yazdım kadere hüznü perişanı . sonu gelmez yine de bitemez ümitler . ama yoksa nursuz anmasin veliyi,içinde fitne olan garib,burasi sirr-i imtihan,tek hükümran. Bilgin in cahil kardesi,kisaca Miss Kompleks, gerçekten sen eskidendin,kul gözünde oldun ex. salla kafana baltayi oyna evinde GoldenAxe. ekle süte olur hemen,kalorisiz bir cornflakes. Sen benim miy miy rapime,kes de kafani kurban et. cash. çoğunlukla yüzüne söyleyemediklerinin, o gittikten sonra ardından yakılan bir ağıt misali dökülmesidir, kalpten parmaklara...bir gece ansızın geldin... tazelikle... bahardı... 1001 güzel hikayeyle geldin... 1000'ini anlattın, 1'i kaldı... dinledim hepsini, benim için herkesten farklı. kimsin, nesin bilmiyordum önceleri, ama görebiliyordum içini... beyazdın, lüzumundan fazla beyaz... ve sevdim seni... ve hiçbir vardı, biri kırık... belli ki, açık sanıp çarpmıştın kapalı bir pencereden içeri girmek isterken... belli ki yeni öğreniyordun uçmayı... yorgundun... henüz yolun başında olmana rağmen. ama açıktı benim pencerem... sessizce süzülüverdin içeri, kimseler görmeden. ürkektin, uzaktın önce. hep pencerenin yanında durdun geldiğinde, her an hazırdın gitmeye. hiç kapatmadım o pencereyi, istediğinde kolayca gidebil diye. ama sardım kanadını, iyileştirdim yaralarını, dinlendin, anlattın hikayelerini, dinledim, dinlendim, ve sevdim seni... ve hiçbir şeyimdin. sonra her gün geldin, her gün daha yakına ve ben her gün daha çok sevdim seni... ve bir gün avcuma kondun... kalbim avcumdaydı... avcumu hiç kapatmadım ben, çünkü bilirim, avcunuza bir kuş konarsa avcunuzu kapatamazsınız, çünkü kapatırsanız kaçar ve bir daha gelmez. çünkü kuşlar özgürlüğün diğer adıdır, çünkü kuşlar uçmak için yaratılmıştır. ama sen yine de gittin... belki doğan gereği, belki de korktun... sevgimden korktun... hakkın vardı, suçlamadım hiç seni, alışık değildin bu kadar çoğuna, uçmayı yeni öğrenen bir kuş için fazlaydı... lüzumundan fazla sevmiştim belki, hata benimdi. uçtuuun gittin bir gece ansızın, tıpkı geldiğin gibi. ama ben hiç kapatmadım penceremi... kar oldu, kış oldu, yağmur oldu; çok üşüdüm, hastalandım; ama yine de kapatmadım o pencereyi... sırf eğer bir gün dönersen çarpıp düşme diye. çok özledim... niye? bilmem... özlüyordum işte, niyesi mi var... seviyordum seni işte, hem de çok... ve hiçbir şeyimdin. sonra bir gece papatya kokuları geldi burnuma... bahar çoktan geçmişti halbuki... anladım ki gelen sendin, bahar değildi, ve kokun senden önce gelmişti... ve ben bu kokuyu nerede olsa tanırdım. döndüğünde bambaşkaydın... daha cesur, daha kararlı... ama iki şey hiç değişmemişti; kokun ve rengin... ve ben en çok kokunu sevmiştim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın. ve hiçbir şeyimdin. geldin tuttun ellerimden, sımsıkı, hiç bırakmayacakmış gibi tuttun. hiç kimsenin böyle küçük elleri yoktu, yağmurun bile... ve yürüdük seninle elele, yağmur yağıyordu çok, kar yağıyordu... ıslandık, üşüdük çok... ama yürüdük, koştuk, hatta uçtuk, zira kanatların vardı senin. ve gittik o yolda durmadan, sonunda ne büyük bir uçurum olduğunu bile bile, sonunda ölüm olduğunu bile bile yürüdük, koştuk, hatta uçtuk... zira kanatların vardı senin... ve seviyordum seni... ve hiçbir sevdim seni ey sevgili, en sevgili, sevdim seni hem de çok... neden? çok mu güzeldin? yoo... kara kuru birşeydin işte... ama ben dışına bakmadım ki hiç ey sevgili, içini gördüm ben senin, kalbini sevdim en sevgili, o kocaman, bembeyaz, ellerinden daha büyük kalbini... peki sen beni sevdin mi? bilmem... ama ben ona da hiç bakmadım ki... elmayı sever gibi sevdim ben seni... tek bildiğim kalbinden gelen sesler duyduğumdu, ve adımı söylüyordu o sesler... ve hiçbir sevdim seni ey sevgili... kısacık bir yolda ve her adımda daha çok yaklaştığımızı bilerek o malum sona ve gizleyerek gülümseyişimdeki acıyı senin ışıldayan yüzüne, yürüdüm... vakit yorulma vakti değildi, vakit korkma vakti değildi ve vakit sevme vaktiydi, ölümüne... ve sevdim seni... ve hiçbir şeyimdin. seni sevmek zor işti ey sevgili, tehlikeli işti seni sevmek, ucunda ölüm olan bir yolculuktu... korkmak mı...? ölümden mi...? peh...! korksam yürür müydüm o yolu, korksam tutar mıydım elinden...? tek korkum beyazını koruyabilmekti benim... geldiğinde bulduğum rengini giderken aynı şekilde bırakabilmekti; lüzumundan fazla beyaz görmeliydim seni giderken de... ve hiçbir işti seni sevmek, tehlikeli işti... her an bir uçurumun kenarındaydım seni severken ve hep sırtımı uçuruma vererek sevdim seni ben... üflesen düşerdim ve beni tutan tek şey ellerindi, yağmurdan bile küçük ellerine teslim etmiştim hayatımı... ve hiçbir yolun sonuna... yol kısaydı ama yorucuydu çok... biliyorum yorulmuştu küçük ellerin, tutamadın daha fazla, tutamazdın da... büyüktü ellerim ellerine, ağırdı sevgim kalbine, taşıyamadın daha fazla, taşıyamazdın da... daha küçük eller tutmalıydın sen ve daha hafif sevgiler yaşamalıydın o vakitlerde... daha kısa, daha kolay, herkesin gittiği yollardan gitmeliydin hayatta... ve gittin, bırakıp ellerimi... ellerim kurtuldu ellerinden bir kuru dal ağaçtan kopar gibi ve ben düştüm bildiğim o sona doğru... bu ilk düşüşüm değildi, ama bu kez çok yüksekten düşüyordum ve biliyordum ki; artık gelip beni kaldıracak bir melek yok. şimdi ben düşmekteyim ve sen ise amansız bir kaçıştasın olay mahallinden, ardına bile bakmadan ya da bakamadan... oysa herkes öldürebilirdi sevdiğini, ama herkes öldürdü diye sevgili, en sevgili, dur... yavaşla, koşma, daha fazla yorma zaten yorgun kalbini... peşinde değilim ki... peşinde hiç olmadım ki... çünkü bilirim bir kuşun peşinden gidilemeyeceğini... yavaşla ey sevgili, koşma artık ve bil ki; bütün sitemleri beraberimde götürüyorum, her zamanki gibi... ve hiçbir sevdim seni ey sevgili, sonunu bile bile, ölümüne... neden bu kadar çok sevdim? kaynağı neydi? sebebi neydi? değdi mi ölmeye? sen değer miydin uğruna ölünmeye? ne için gittim seninle ölüme? aşk mıydı cevap? aşık mıydım ben sana? peeh! aşk kadar basit bir cevabı olamazdı bu soruların... aşağılamak olurdu bizi buna aşk demek ve aşk asla uğruna ölünebilecek bir şey değildi hayatta... şimdi sildim cümlelerdeki bütün soru işaretlerini, çünkü bize bir cevap aramak anlamsızdı... "sevmek" yeterliydi bütün cevapsız sorulara ve görülmemişti böyle bir "sevmek"... yukardan gelen, saf, kutsal, el değmemiş, dudak değmemiş, bütün günahları silen bir "sevmek"ti bu, ve görülemeyecekti bir daha böyle bir "sevmek", ne sende ne de bende... ve böyle bir "sevmek" yeterince asil bir nedendi ölmek için... ve hiçbir şeyimdin. dur sevgili, yavaşla, koşma artık... peşinde değilim ki... yollarımız ayrı artık bizim. uzaklardasın şimdi dünya kadar... artık daha küçük eller ve küçük kalplerle yürüyeceğin yeni yolundasın... daha kısa, daha basit, daha "engel"siz yolunda... yavaşla sevgili, koşma, kaçma, yavaş git yolunda... peşinde değilim ben... belki görmem yüzünü ölene kadar... ama kokunu hep duyacağım... çünkü ben papatya tohumları ektim bedenine sen görmeden, ve o tohumlar çiçek açacak sen her ağladığında, ve getirecek kokunu bana... başka eller, küçüklüğünün gafletindeki o hoyrat eller ezecek o çiçekleri birer birer belki... ama bir yerdeki çiçek asla ölmeyecek... o yer benim çünkü, çünkü o yerdeki çiçek ölümsüz, çünkü o çiçeğin tohumu kutsal, anne kadar, baba kadar... oradaki çiçek asla ölmeyecek ve ne kadar uzakta olursan ol, getirecek kokunu bana her ağladığında. ben en çok kokunu sevdim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın... ve hiçbir sevgili koşma artık, kaçma... yavaş git yolunda... peşinde değilim ben... ben düşüyorum sonuma, kendi seçtiğim, bildiğim sonuma... zerre suçun yok senin, sitemlerim yanımda... yavaş git sevgili, bıraktım ben seni, belki geç oldu ama bıraktım, çekildim yolundan... peki neden? artık sevmiyor muydum seni? bu kadar sevdiğini bırakır mıydı insan? böylesine korkakça çekilir miydi savaş meydanından? bu kadar kolay atar mıydı kendini uçurumdan? hayır... bırakmazdı elbette, çekilmezdi, atmazdı... ölümü göze almış bir sevgiliyi ne korkutabilirdi ki! hiçbir şey... ama mesele ne bırakmaktı, ne çekilmek, ne de kaçmak savaştan... mesele hayattı sevgili... mesele "engel"lerdi... sana çaresini gösterip, çaresizliğiyle yutan hayattı mesele... ve bil ki sevgili, ben bir tek güce yenilebilirdim, o'na yenildim... o güç seni bana verdi ve aldı... bulabilseydim bir çaresini, olsaydı bu "engel"i aşmanın bir yolu, seni benden hiçbir ölümlü alamazdı! ve hiçbir şeyimdin. kimbilir belki yanlış zamandı bizim için, belki yanlış mekanda bulmuştuk birbirimizi... belki bir mucize gerek di bize, gidecek bir başka düş ve bir çağ bundan özgür... ama direndik burada, denedik, olmadı... iki damla su çaldık zamanın pençesinden aldırmadan... yaşam kadar gerçektik biz ve yaşamak gibi sahte... sonra kuşlar gitti, anladım dünya yorgun, sen yorgun, tortusu kaldı eski bir korkunun... öyle çok şey var ki bak sana dair ve kalacak tüm izlerin hayatımda... benden sana hiçbir şey kalmasın sevgili, giderken boynuna taktığım ayrılık hediyesi dışında... gözlerime ağlamayı öğrettim o kolye için ve taktım utangaç boynuna... ve hiçbir şimdi dünya kadar... sesim ulaşamaz artık sana biliyorum, belki görmem yüzünü ölene kadar biliyorum, ama kokunu hep duyacağım unutma... o yerdeki ölümsüz papatya getirecek kokunu bana, sen her ağladığında ve ben hep hazır olacağım gözyaşlarını silmek için bu uçurumda... annen kadar, baban kadar hazır olacağım unutma... ve senden tek bir isteğim var ey sevgili... n'olur beyazını koru olur mu? hoyrat eller kirletmesin onu... ben en çok kokunu sevdim; papatya kokardın... bir de rengini; lüzumundan fazla beyazdın... ve hiçbir iyi yolculuklar sevgili... yavaş git, koşma, yorma kendini... unutma artık kanatların yok... ve bir gün yorarsa hayat seni, gel dinlen, hiçbir şeyim gibi gel... ve anlat kalan o son hikayeni... hiçbir şeyim gibi gel, dinlen, ve anlat en güzel hikayeni... bir dost gibi, kardeş gibi, özlenen sevgili... zaman beklemez ama ben benim hiçbir şeyimsin... yazdıklarımdan çok daha az... sen benim hiçbir şeyimsin... lüzumundan fazla beyaz. Ne diyordu Orhan Seyfi Orhon? "Diyorlar, kül olmaz ateş yanmadan. Denizler durulmaz dalgalanmadan..." "Bir durulmadı gitti" dediğinizi duyar gibiyim. Evet, sular durulmuyor. Zira düşman durmuyor. Suyumuzu bulandırıyor. Bizi zehirlemenin derdine düşüyor. *** Dünkü yazısında Burhanettin Duran önümüzdeki dönemin 4 meydan okumasından bahsetmiş. Başa 15 Temmuz-FETÖ yargı sürecini koymuş. Ardına PKK-PYD'nin faaliyetlerini iliştirmiş. Peşine Suriyeli mültecileri eklemiş. Ve son olarak Cumhurbaşkanlığı sistemine uyum yasalarından söz etmiş. Bu dört meydan okumanın da iç istikrarı, ekonomik büyümeyi ve Batı'yla ilişkileri krize sokabilecek riskler içerdiğini öne sürmüş. Kendisine katılmamak mümkün değil. Esasında Türkiye bu meydan okumalarla çok hızlı ve etkili biçimde başa çıkabilir. Siyasetin de, devletin de elinde büyük imkânlar var. Türkiye halkı bu sorunların çözümüyle ilgili siyasi iradeye güven duyuyor ve çözüm önerilerine destek oluyor. Devletin ideolojik körlüğü, baskıcı politikaları ve jakoben tavrı yerini devlet-millet bütünleşmesine, aşağıdan yukarıya doğru işleyen modernleşme adımlarına bırakmış durumda. Devlet, terör örgütleriyle ilk defa bu kadar etkin mücadele ediyor. Etkin kalkınma politikaları üretiyor. Halkına hizmet sunuyor. Gelgelelim, düşman durmuyor... Türkiye'yi düşürmek için her yola başvuruyor. Yeri geliyor terör örgütlerini üzerimize salıyor. Yeri geliyor finansal ataklarla bizi krize sokmaya çalışıyor. Yeri geliyor basın özgürlüğü gibi söylemlerle bizi sıkıştırmaya çalışıyor. Yeri geliyor hepsini birden yapıyor. Tam da bugünlerde olduğu gibi... 2019'u bir dönüm noktası olarak görüyorlar. Bu nedenle o vakte kadar Türkiye'nin toplumsal, siyasal ve ekonomik istikrarına ne kadar zarar verebilirlerse vermek istiyorlar. Sadece dünkü Times, Guardian, Financial Times, New York Times, The Wall Street Journal, The Telegraph, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Zeit gibi yayın organlarında çıkan Türkiye yorumlarına bakmak yeterli. Hemen hepsi ağız birliği etmişçesine yabancı yatırımcıya sesleniyor. "Aman ha, Erdoğan'ın Türkiye'sine yatırım yapmayın" diye tavsiyede bulunuyorlar. Türkiye'ye yatırım yapmanın ekonomik olarak cazip olduğunun da farkındalar. Bunu zikretmekten de geri durmuyorlar. Ama mesele ağaç değil, sen hâlâ anlamadın mı! Mesele Türkiye'ye karşı başlattıkları "kültürel savaş"a bütün Batılı aktörlerin destek olması! Ben "kültürel savaş" yazdım, siz onu "Haçlı savaşı" okuyun! Bu süreçte bizim siyasetimizin esası, "taarruz altında imar" şiarına göre şekillenmeli. Ne maruz kaldığımız savaş, imar ve inşa politikalarına engel teşkil etmeli, ne de elde ettiğimiz imkânlar bizi konformizme sürükleyip, içinde olduğumuz mücadeleyi bize unutturmalı. Unutmayalım ki Türkiye, büyüdüğü ve güçlendiği için günden güne daha ağır bir taarruz dalgasıyla karşı karşıya kalıyor. En büyük düşmanımız yeis. Bütün bu olan bitenler, bize karşı uluslararası alanda sürdürülen kara propaganda kampanyaları bizi ümitsizliğe, yeise sevk etmek için. İşte o noktada savaşı kazanmış, bizi teslim almış olacaklar. Oysa biz güçlendiğimiz için bu saldırılarla, bu ithamlarla, bu yargısız infaz girişimleriyle karşı karşıya kalıyoruz. İktidarın demokratikleşmesi en önemli sorun onlar için. Çünkü iktidarın demokratikleşmesi, Türkiye'nin dış politikasının özerkleşmesi de demek. Özerkleşme, yani Batıcı, yani güdümlü siyasetin terki! Şer odaklarını da anlamak lazım! Onca yatırım, onca emek. Hepsi ıskartaya çıkmış oluyor. Bir Kasımpaşalı çıkıyor, "bu böyle gitmez" diyor. Millette karşılık buluyor. Türkiye'ye yeni bir rol biçiyor. Yetmiyor, küresel sisteme meydan okuyor. Yüzleşeceğimiz meydan okumalarımız var, bir de ürettiğimiz, muhataplarımızı karşı karşıya bıraktığımız meydan okumalar var... Bizim manevra alanımızı artıran, bize yeni imkânlar sunan meydan okumalar... Yeter ki akıllı olalım ve dirayetli olalım... Yasal Uyarı Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

ben yazdim kadere hüznü sözleri